24 Kasım 2008 Pazartesi

SIR...

İnsanları izle, kendini izle göreceksin ki insanlar son derece trajik bir varoluşun içerisinde yaşıyorlar. Tüm geçmişleri boşa gitmiş ve bu günün de ellerinden kayıp gitmek de olduğunu biliyorlar. Derinlerde bir yerlerde geçmişte her ne yapmışlarsa, gelecekte de aynısını yapacakları şüphesini yaşıyorlar. Böylece bu büsbütün anlamsız bir yolculuğa dönüşüyor.”Bir aptalın anlattığı masal bu, kuru gürültü, deli saçmalıklarıyla dolu ve hiçbir anlamı olmayan”
Anlamını bilmeden nasıl coşku duyabilirsin? Hayatın anlamla dolup taşmadan nasıl olup da şarkıya dönüşebilir? Ancak anlam dolu bir hayat şarkıya dönüşebilir. Anlamın varlığını hissetmeye başladığında, varoluş için çok değerli bir şeyi yerine getirmekte olduğunu, sana ihtiyaç duyulduğunu, bu evrensel oyunun bir parçası olduğunu ve sensiz bir şeylerin eksik kalacağını, bu oyunun asla aynı olamayacağını hissetmeye başladığında içinde kendine karşı büyük bir saygı ve onun beraberinde varoluşa karşı minnet ve dua yükselir.
Ama en temel şey kendini bilmektir. Ben kimim? Ve kendini bilmek keşfetmek demektir. Çünkü sen zaten oradasın, senin icat edilmen gerekmiyor. Her ne icat edersen et bu hikâye olacaktır, gerçek değil. Kendini nasıl kandırabilirsin? Kendini belki bir ya da iki günlüğüne kandırabilirsin ama bu nereye kadar gidebilir? Kandırmacalar yıpranıp gider, gerçeğin karşısında fazla dayanamazlar. Gerçek bastırıp durur.
Dünyada iki çeşit insan vardır. Çoğunluk kendini icat edenlerden, çok küçük bir azınlık ise kendini keşfedenlerden oluşur. Aralarındaki fark ise sonsuzdur, muazzamdır, bunlar iki ayrı dünyaya aittirler.
Keşfetmekle neyi kastediyoruz? Hatırlanması gereken ilk şey şu; Benliğinin yarısı zaten sensin. Sen varsın. Buna hiçbir kanıt gerekmez. Kesin bir şey bu, bundan şüphe dahi duyamazsın.
Avrupalı filozof Descartes der ki;”Hayata dair tek kesin gerçek var olduğumdur”.Kuşku duyulmayacak tek şey budur. Bunun dışında her şeyden kuşku duyulabilir. Dünyanın varlığından kuşku duyabilirsin, o var olmayabilir, bir rüyadan ibaret olabilir; Hinduların dediği gibi maya, yani yanılsama, Tanrının aklından geçen bir hayal olabilir. Belki de, hatta büyük ihtimalle bu inkâr edilemez, bunu inkâr etmenin hiçbir yolu yoktur. Berkeley’in dediği de tam olarak budur-dünya gerçek bir dünya değildir, bir nesne değil bir hayal, bir düşüncedir. Şimdiye kadar hiç kimse Shankara ve Berkeley’i çürütemedi. Çürütülemez. Nasıl çürütülebilir ki?
Berkeley, Dr.Johnson’la yürüyordu. Dr.Johnson bir gerçekçiydi. Berkeley’in dünyanın bir nesne değil, sadece bir düşünce, bir öykü, zihnin bir yansıtması olduğunu, dışarıda hiçbir ağacın hiçbir insanın olmadığını, yalnızca “Ben”in var olduğunu savunan görüşü onu kızdırıyordu. Johnson’ı öfkelendiren bu adamı mantıklı bir şekilde nasıl çürütebileceğini bulamıyor oluşuydu. Dışarıda ki ağacın gerçekte orada olduğu nasıl kanıtlanabilirdi ki?
Bu nasıl kanıtlanır? Ağaçları rüyada da görüyoruz ve bunlar neredeyse dışarıdakilerle aynı görünüyorlar. Rüyada da orada olduklarını düşünüyoruz. Yalnızca sabah uyandığımızda aslında orada olmadıklarını öğreniyoruz. Kimbilir? Belki ölüm gelip bizi uyandırdığında da tüm bu ağaçların ve insanların ve dünyanın ve ayın ve güneşin sadece uzun upuzun bir rüyadan ibaret olduğunu öğreneceğiz. Bunun aksi nasıl ispatlanabilir?
Johnson yerden bir taş alıp Berkeley’in ayağına vurdu. Kan akmaya başladı ve acı içinde kıvranan Berkeley bunu neden yaptığını sordu. Johnson gülerek şöyle dedi;”bu senin sözde idealizmini çürütmek içindi. Şimdi eğer taş gerçek değilse neden ağlayıp sızlanıyorsun? Neden gözünde yaşlar var? Gerçek olmayan bir taşla nasıl vurabilirim?”
Berkeley gülerek “Ama benim acım da gerçek değil, gözyaşlarım da gerçek değil. Gerçek olan tek şey benim. Gözyaşlarımın ve kanımın aktığını, ayağımın acıdığını bilen kim? Yalnızca bilen bu ben, bu tanık gerçek. Bunun dışında Dr.Johnson ne sen, ne senin taşın, ne de dünya gerçek değildir.”
Bu kanıtlanamaz,daima kuşkuya yer bırakır..